- İnsan bedeninin kendisini korumak üzere aldığı önlemler hayranlık uyandıracak düzeydedir. Kimi zaman panik halinde bilmez insan neresinin kesildiğini, acı hissetmez… Kimi zaman kaynağını bilmediği bir güç ve dayanıklılık gösterir tehlike anında. Nasıl kaldırdı o ağırlığı? Nasıl koştu o mesafeyi, nasıl dayandı? Anlayamaz. Şuurun kaldırabileceğinden fazlasıyla karşılaştığında ise beyin, altından kalmadığını derinlere gömer. Şaşkınlık ve yetersizlik dolu bebeklik dönemleri hatırlanmaz. Ani kazalar o anda silinir hafızadan. Bazen insanlar, olaylar, sözler… Ancak öyle dehşetli ve akıl almaz bir şey vardır ki her insanın hayatında, beyni bu ani, açıklanamaz ve rahatsız edici deneyimi tamamen gömer.
- Travmaların en büyüğü… Sonsuz bir zamandan beri adeta yokken, bir anda ortaya çıkmaktır! Bilinmeyen bir evrende, bilinmeyen bir dünyada, bir anda doğmak! Doğmanın dahi ne olduğunu bilmeden… Gülen yüzler ve bir şaplak! İşte bu şaşkınlığa ağlanır…
- Doğanın ‘Büyük Travma’yı atlatabilmesi için insanoğluna verdiği en büyük armağandır gaflet. Bu dünyada hayretten aklını kaybetmemesi ve işlerini görebilmesi için bahşedilen unutkanlık ve rüya hali, hayata bir başlangıç yapabilmesi için nimettir. İşte ancak bu şekilde sanki hiçbir şey olmamış gibi, her gün işlerine gidip evlerine döner insanlar. Bu hayret verici varoluşun ortasında günlük uğraşlarını düşünmekle geçer zamanları… Evlenir, aileler kurar, spor yapar, politika ve sosyal faaliyetlerle uğraşırlar. Sevdikleriyle günlük hayatın iniş çıkışlarını konuşurlar ve sayısız uğraş edinirler, hatırlamamak için. Nadir anlarda sessizlikle baş başa kaldıklarında ise, bedenin, beynin ve ruhun alarm zilleri çalmaya balar! Çünkü sessizlik ve dinginlik, geçirdiği travma sonucu gömdüğü ve unuttuğu şeyi ona tekrar hatırlatma potansiyelini içinde barındırır. Hemen canı sıkılır insanın… Bu durum biraz daha devam ederse, o boşluk, o sessizlik korkutucu olmaya başlar. Çoğunlukla ya bir kitap aklını dağıtmasını sağlar ya da bir ses veya biraz müzik, derinlerde ne varsa, işte onun geri gelmesini öncelemesine yardımcı olur… Kimi zaman düşünceler koşar imdadına; geçmiş ya da geleceğe ait. Şükürler olsun… Kapı çaldı!
- Düşünce kalabalığı, oyalanacak aktiviteler ve gürültü, onun emniyet supapları olduğundan, yaşadığı dünyayı şekillendirirken her an bu üçünün varolabileceği ortamlar yaratma zorunluluğu hisseder. Gürültülü şehirlerden, gürültülü tatil bölgelerine gitmesi, koşuşturma dolu bir çalışma sürecinden sonra aktivite dolu tatillere çıkması, onun boş zamanlarında sessiz kalma korkusuna karşı aldığı önlemlerdir. Çünkü tanımadığı ve bilmediğiyle yalnız kalmaktan korkar insan. Özellikle de kendisiyle… Bu nedenle gürültü onun en derin bağımlılığı, en yoğun zikri, en büyük afyonudur. Bulamadığı anlam ve dolduramadığı boşluğu unutma yoludur.
- Kimilerinde ise doğanın ve toplumun aldığı önlemlere rağmen açıklanamaz eğilimler ortaya çıkar. Hayatı yolunda (!) giderken, o ortaya çıkan farklı bir sezgi tarafından dürtülmeye başlar… Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Burada neler oluyor? Alışılmadık bir şekilde, kitlelerin düşünmeye karşı büyük kalkan olan ‘bunları daha fazla düşünmek iyi değildir’ sloganı, onu yolundan çevirememiştir. Bu sloganı benimseyenin zaten aklını çoktan günlük oyunlarına kurban etmiş olduğunu algılamaya başlar… Bir iş bulmak ve karnını doyurmak için aldığı eğitimin ve yaptığı işin zamanla kimliği ve hayatı halini aldığının bir anlık kavrayışı dahil, genelikle o insanın yönünü bir daha geri dönmemecesine değiştirecektir. Kimileri buna uyanma sürecinin başlangıcı dese de, travma sonucu oluşturdukları oyuncaklarla son derece ciddi oyunlar oynayan ezici çoğunluğun kurduğu sisteme aykırı ve yabancı olan bu eğilimin cevabı, sistem doktorlarının çoğu tarafından da verilmeyecektir. Ancak bu durum, onların gözlemlenen semptomlara isim takmasına engel değildir. Nasıl isim takmışsa insanoğlu ‘sonsuzluk’ ve ‘yaratıcı’ya, ne olduklarını idrak edememesine rağmen, aynı şekilde… Böylece dışarıdan açıkça ‘bilmiyorum’ veya ‘anlamıyorum’ demekten kurtulurken, kendi benliklerindeki öz imajlarının da dengesini korumuş olurlar. Toplumca makul ve kabul edilebilir düzeyde bir sorgulama ancak arada sırada ‘sahi, ne yapıyoruz burada, değil mi?’ diye sormak ve kahveden bir yudum almak yoğunluğunda olmalıdır. Buna inanan kalabalıklar için bundan fazlası gerçekten fazla olacaktır. Bir yandan da böylesine mizah doludur insan ırkı… Travmanın sonucunda girdiği rüya durumundan uyanmak isteyen bir birey, kimi toplumlarda hemen gözetim altına alınarak, normale(!) döndürülmek üzere yardım(!) görür. Çevrelerince yapılan uzun telkinler sonucunda kitlesel rüyaya tekrar katılmayı seçenler, travmatik toplumları tarafından sevinç ve coşkuyla karşılananlar… Tedavileri(!) tamamlanmıştır! Bu sağlıklı(!) halinin devamı artık yakın çevresinin bir yandan günlük telkinleri sürdürürken, bir yandan da ona ‘yeni meşguliyetler’ yaratmasına bağlı olacaktır. Kimileri de bu özel çabayı, rüyalarından memnun olan kitlelerin deliliklerini savunma refleksi olarak yorumlanır. Bazı toplumlar ise, o bireyde bir potansiyelin harekete geçtiğine inanır ve bu duruma destek olurlar. Ancak bu birey, toplumunun genel anlayışlarıyla çelişecek cevaplara ve anlayış mertebesine ulaştığında, alacağı tepkiler yine aynı olacaktır; onu maddi değil ama spiritüel bir rüyaya geri döndürme çabaları! Kendi gördüklerine…
- Bu bireylerden bazıları, sezdiklerinin derinliklerine indikçe şaşırtıcı sonuçlara ulaşacaktır. Tüm dünya, varolduğunun farkındalığından neredeyse tamamen uzaklaşarak hiçbir şey olmamış gibi davranmada son derecede istekli olanların işlettiği bir rüya makinesi gibidir. Doğanlar bu rüyayı görmek üzere eğitilmekte, programlanmakta ve onlar da çocuklarına bu rüyayı görmeyi öğretmektedirler. Bir anda ortaya çıkıverdikleri ve hiçbir büyük soruya cevap bulamadıkları bu varoluş, onları o kadar rahatsız etmiştir ki, çocukların da sordukları hakiki sorulardan ümidini kesip sorgulamadan ve düşünmeden, öğrendiğini diğerlerine aktaran, otomatik ve programlı robotlar olmayı seçmişlerdir. Peki, kim yaşıyordur o hayatları? Tabular, inançlar, gelenekler ve görenekler yaşar insanlar üzerinden… Tek yaşamayan ise, o insanların kendileridir. Canlı olmakla yaşamak aynı şey midir? Bitki veya hayvan olmak ister miyiz, onlar da canlı diye? Ölüm gibi mi gelir bu onlara göre yüksek farkındalığımızı kaybetmek? Yaşam farkındalıksa eğer, ne kadar farkındayız olup bitenin? Ne kadar canlıyız? Afyon arar insanoğlu kendisiyle yüzleşmekten kaçmak, kurtulmak için… Ve sonunda aradığını bulur. Elbette ‘afyon’ yazmaz bulunduğunun üzerinde. Ciddi, önemli ve yararlı bir iş gibi görünmelidir. Sadece diğerlerine değil, başta kendine… Bu kaçışı haklıdır bir bakıma. Çünkü ayrılmak isteyen tabularına balyoz yer ve hemen kaçar, afyon çekmeye… Egosunun sarsılmasındansa, uyuyarak ölmeyi yeğler.
- Uyurgezerler arasında bir anda farkındalığın geri kazanan ve uyanmaya başlayan biri ne yapacaktır peki? Kime anlatacaktır içindekileri? Kiminle paylaşacaktır? Kendi içindekiyle dost olan kimselerin dost olmayacağını söylemiştir uyananlardan biri. Uyumayı seven, onu uyandıracak her şeye düşman olacaktır. Bu, kendi hakikatı, öz veya ruhu olsa dahi… Uyanmak isteyen yalnızdır ve bu yalnızlık kalabalıklarla giderilemez cinstendir. Sadece bu derde sahip olan bir diğeri… Bu kalabalık ama ıssız evrende… Bir dost…