Kategoriler
sandık

Pinokyo

“Bir yazı… Evet, bir yazı okuyordu. Hikaye gibi göründü gözüne. Okumaya devam etti…”

Kağıt ve kalemi yoğurdum. Bir karakter yarattım. Hikaye yazmanın bir gereği bu. Ona sıradan bir hayat verdim. Hikayede isimleri dahi geçmeyen silik karakterlerle yaşamaya başladı. Ona bir isim vermemi çok önemsedi. Oysa özel değildi, yalnızca bir karaktere ihtiyacım vardı. Gözlerini yüzüne yerleştirdim, aklını kafasından ayıramadı. Baktığı yerden, tüm o hayatına çarpıp geçen olayların merkezinde olduğunu düşündü. Bir karakterden hoşlandığını yazdım. O karakterden hoşlandı. Bir arkadaşı, o karakterle duygusal bir ilişkiye girdi diye çok sinirlendi. Arkadaşını ihanetle suçladı. Tanıdığı herkes, onun davranmalarını istediği gibi davranmak zorunda sandı. Maalesef bu yazdığım, gerçekçi bir hikayeydi. Gerçek dünyada herkes kendisini düşünür. Başkalarını düşünüyor gibi göründüklerinde, hatta başkalarını düşündüklerini sandıklarında bile aslında kendilerini düşünürler. Kendisi de yaptı bunu. Çok kez… Bir keresinde, bir arkadaşı zor durumda kalmıştı. Acilen paraya ihtiyacı vardı. Az bir miktarda bir paraya ama paranız olmadığında, ‘az’ diye bir niteleme söz konusu değildir. Çıkarttı, arkadaşına uzattı parayı. “En kısa zamanda ödeyeceğim”, dedi arkadaşı. “Önemli değil…” dedi, “aramızda paranın lafı mı olur? İstediğin zaman ödersin, rahat ol”. Sonra kendisini çok iyi hissetti. Çok… “İyi bir insanım”, dedi. İyi bir insan… Ve mutlu oldu. Kendi mutluluğunu satın aldı.

Eleştirildi. Çok eleştirildi. Öfkesini bazen kontrol edemediği söylendi. “Dengesizsin”, dendi. Zaman geldi, “aşırı tepki veriyorsun…” dendi. “Kendini ne sanıyorsun?” dendi. “Kendini küçük görüyorsun”, dendi. Bağırdı, bağırıldı. Anlamsız hareketlerde bulunmakla suçlandı. Eleştirildi. Eleştirildi ama hiç kimse, hiçbir karakter, hareketlerinin nedenini sorgulamadı, merak etmedi. Yalnızca etkiye tepki gösterdiler. Ancak her etki, aynı zamanda bir tepkidir. Neler yemişti ki, neler kusuyordu… Ona nasıl bir çocukluk yazmıştım? Annesiyle babasının arasında geçen bir sürü tartışma kurgulamıştım. Bazen yanında, bazen farklı bir odada iştahla birbirlerinin derilerini kemiriyorlardı. Küçükken sahip olduğu arkadaşlarının ‘harikalar diyarı’nda yaşadığını düşünüyordu. Öyle bir şeydi ki, sanki o çocuklar kendisinden yüz metre ileriden başlamışlardı koşmaya. Aileleri hep onlara istedikleri oyuncakları almış, onları katılmak istedikleri etkinliklere kaydettirmişti. Gerçek bir çocuğa benzemesi için anlamasına izin vermediğim gerçek, diğer çocuklar hakkında bildiklerinin, o çocukların söylediklerinden ibaret olduğuydu. İnsanlar da anılardan ibarettir. Hatıra yaratmak için yazdığım tüm o geçici çocuk karakterler, ailelerinin karar verdiği kurslara katılmış, ailelerinin seçtiği oyuncaklarla oynamışlardı. Ne yazık ki, insanı yönlendiren gerçekler değil, gerçek olduğu düşünülenlerdir. Arkadaşlarıyla zaman geçirmeyi seviyordu ancak, kendisinden daha üstün fırsatlara sahip olduklarını düşündüğünden, onlara kin de güdüyordu. Bu, cesaretini kırdı. Konuşulan her lafı ciddiye alması, sürekli olarak cesaretini kırdı. Tıpkı şu lisedeki gün olduğu gibi… Sürekli “daha iyisini yapabilirdim, onlardan iyi olabilirdim”, dedi kendisine ama bunu ispatlamak için hareket etmekten hep çekindi. İstisnai birkaç olay hariç… Kırılgandı ama gazeteye sarınmıştı. Bir anı defteri gibi, gelen geçenin içine yazmasına izin verdi. Her şeyden etkilendi ama hak vermem lazım, ona kolay bir hayat yazmadım. Hele şu hakkında hiç kimseyle konuşmadığı, hatta unutmaya çalıştığı olay… Geçen bir sürenin ardından, sürekli gözünün önünde durmuyordu artık ama hiç beklemediği, çok alakasız bir anda aklına geliyordu. Bu olayı yazmak konusunda tereddüte düşmedim desem yalan olur. Kendi yarattığım karaktere bu acıyı yaşatmamalı mıydım? Ama hayır, o zaman gerçekliği süpürmüş olurdum. Üzerindeki o ‘gerçek’ toz taneciklerini üflemiş olurdum. Gerçekliğin tozunu almak istemem, o zaman yeterince gerçek olmaz.

Hikayemin kahramanını öyle sıradan bir insan olarak kurgulamıştım ki, sürekli olarak anlaşılamadığını düşünüyordu. “Kimse beni anlamıyor”, diyordu. Arkadaşları, sevgilileri oluyordu. “Kötüler”, diyordu. Bazen onu anlamadıklarını düşünüyor, bazen “anlamazdan geliyorlar”, diyordu. Eksikti. Bir süper kahraman değil, bir insan yaratma çabasının sonucu, öyle olmak zorundaydı. Ne istediğini bilmiyordu. Bir istediğini, belli bir zaman sonra istemez oluyordu. Anlık olarak sinirlenip anlık olarak eriyordu. İnsanlara bazen iyi davranıyor, bazen söylemediğini bırakmıyordu. İnsanların onu anlamalarını beklemesinin sebebi, kendisine de anlatmalarını istemeseydi. Onlara kızarken, aslında kendisine kızıyordu. Bazen rüyalarında gördüğü şeylerden iğreniyordu; kendisini suçluyordu. “Bunları mı düşünüyorum?” diyordu. “İğrenç!” diyordu. Mutlu olmak istiyorum dedikçe, kendisini mutsuzlaştırıyordu. “Mutlu olmak istiyorum”, derseniz, mutlu olamadığınıza inanırsınız. Bu da sizi mutsuz yapar. Bir gün yalnız başına ağlamıştı. Eskiden… Şu haber geldikten sonra. Bunu hiç beklememişti. Planladığı şeyler… hayalleri? O an hepsinin cenaze törenini izledi. Her şey çok çabuk oldu. “Hayır”, dedi. “Nasıl yani?” dedi. Nasıl yani! “Yani bundan sonra böyle mi?” dedi. İnsanın en kötü yanı, bir şeyin olmayacağı kesinleştiğinde dahi hayal kurmayı bırakmamasıdır ve ben onu gerçek bir insan olarak kurguladım. “Böyle olmasaydı, ileride şunlar olacaktı”, dedikçe, daha kötü hissetti o gün. Gelecekten fotoğraflar çekip onların anında yanmalarını izlemek gibidir bu.

En önemlisi, bunun bir hikaye olduğunu anlamadı. Gerçek sandı yaşamını. Özgür sandı kendisini. Farketmedi senaryoyu. Kendimi övmek değil niyetim ama ona gerçek bir yaşam verdim. Bunun bir hikaye, bir senaryo olduğunu anlamasının hiçbir yolu yoktu. Kader hakkında düşündüğü zamanlarda yaklaştı bana en çok ama bunlar kuruntudur. Bunları tüm ‘gerçek’ insanlar düşünür. Önemli olan kaderi kimin yazdığı veya bir yazarın olup olmadığı değildir. Önemli olan, kaderin kendisidir. Hayat, hareketli bir sistemdir. Olaylar, kişiler ve şartlar, düşünceler yönlendirir herkesi. Bütün hareketlerini belirleyen böylesine katı bir sistemin, hayat benzeri hikayemin içerisinde bile boşlukta hissetmeyi başarıyordu. Zor da olmuyordu. Şu ölümden sonra, boşluk hissi katlandı. Etrafındaydı sürekli. Hiç ölmez gibi gelmişti ama ölmüştü. Herkes ölür. Onun ölümü için de hava basmıştı sanki, organlarının arası açılmış gibiydi.

Ve şu anda, tüm kendi varoluş karmaşasının göbeğinde, ne yapıyor? Bir yazıyı okuyor. Çok uzun olmayan bir yazı… Bunun bir hikaye olduğunu düşünüyor. Okuduğu şeyi, bir hikaye sanıyor. “Bu hikaye sanki benden bahsediyor”, diyor içinden. Hatırlattığı bazı şeylerden rahatsız oluyor. Okuduğu yazı, bir hikayenin kahramanından bahsediyor. Gerçeğe çok yakın bir kurgunun kahramanından. İki saniye sonra şunu okuyacak: “Nasıl yani?” Tedirgin hissediyor. Bense hala onun repliklerini yazıyorum. Bu bitmemiş bir hikaye. Düşüncelerini belirliyorum. “Neler oluyor?” Boşluk hissi katlanıyor. “Evet”, diyorum ben de, “senden bahsediyorum”. Kalp ritmi değişiyor. Bu bir hikaye değil, bu bir rehber. Bu senin hikayenin rehberi. Yaratıcını merak etmiyor muydun? Sakin ol. Tüm bunun bir oyun olduğunu düşün. Etkileyici bir hikaye. Rahatlat kendini. “Gerçekten de iyiymiş…” de. “Güzel kurgulanmış”, de. Bunun bir hikaye olduğunu düşünmek, seni rahatlatacak, hayatının bir hikaye olmasının aksine. Kendine yalan söyle. Söz veriyorum, burnun uzamayacak. Dedim ya, bu gerçekçi bir hikaye. Gerçek hayatta insanların burunları uzamaz.

Bir hikaye yazmak istedim. Bir karaktere ihtiyacım vardı. Onu yarattım, ona bir yaşam kurguladım. Sonra bir gün, hikayenin içerisine bir şekilde okumaya başladığı bir yazı koydum. O yazı bu ve şimdi o, hikaye sanarak başladığı bu ‘şey’e şaşkın gözlerle bakıyor. Sakin ol. Yaşamaya bak ve her şeye hazırlıklı ol. Seni bekleyen daha ne olaylar yazacağımı tahmin bile edemezsin. Hoşçakal.