Kategoriler
sandık

Kader Mahalli

Gerçek hayat, bu hikayeden alınmıştır.

– Kan dökülmeyecek demiştin Nietzsche. Bırak o bıçağı.
– Büyüdük. Biz büyüdük. Bu gece Tanrı ölecek. Onu biz öldüreceğiz. Darwin diyorum, evrim diyorum. Üstinsan. Bu bizim kaderimiz. Onu biz öldüreceğiz.
– Sakin ol. Önce biraz nefes al. Bak, anlamıyorsun. Tanrının kaderinden bahsediyorum. Kaderin olduğu yerde kaza yoktur. Tanrı olmasının sebebi, kaderinde bunun yazmasıydı. Onun bir suçu yok. Onun kaderini biz yazdık. Bizimkini o yazdı. Anlıyor musun? Diyalektik diyorum. Tanrı katili olmaya ihtiyacımız yok. Bu çok gereksiz bir ağırlık. Yalnızca birkaç asır onu bu sandalyeye bağlı tutacağız. Unutulana kadar… İnsanlar günlük işlerine öylesine saplanacaklar ki, ne biz onu hatırlayacağız, ne de o bizi hatırlayacak. Bir katili öldürmek, onun öldürdüklerini geri getirmez. Geçmiş, çoktan geçti. Sadece biraz geleceğe ihtiyacımız var. Küçük dondurma kabı dolusu, tatlı bir geleceğe… Kullarının unuttuğu bir Tanrı var olamaz. Tanrısı olmayan kul da öyle. Dünya üzerinde kul kalmayacak. Dünya’nın üzerinde Tanrı kalmayacak. “Ah, bir zamanlar vardı ama bitti”, diyeceğiz. Çünkü bizim her biri bilgisayarlı çalışma odalarımız vardı. Haftasonları yıkamamız gereken arabalarımız vardı. “Gerçekten üzgünümz, onu ihmal ettik”, diyeceğiz. Ama gerçekten üzgün olmayacağız. O, tıpkı bir zamanlar evlerimizde yaşayan, kucağına sığındığımız bir büyükanne gibi olacak. Büyükanneleri bilirsin. Yaşarken onları özenle severiz. Öldüklerinde, yaşamamış gibi olurlar.

Kapıyı çekip çıktığımda, iki el silah sesi duyuldu. Bam! Bam! Deja-vu… Eserini öldür, intihar et, güzel… Marx gibi aynen. Komünizmi engelleyen en büyük şeydi belki de komünizm hevesi. Teorik çizgilerin üzerine dizilen o tuğlaları görme istenciydi, kapitalizmi harekete geçiren. Henüz çocukken babasına diklenen Oedipus misali… Marx, çektiği fotoğrafları görmek için banyolarının bitmesini bekleyemedi. Hepsi yandı. Işık işini bilir. Tepemizde yanan tüm o lambalar işlerini bilirler, emin olun. Ellerimizle bastırdığımız düğmeler ve fotoseller… İnsanın çıkar elde etmek istediğinden çıkar elde etmecilik. Ama işte tutku… Tutku, insanı yaşatan ve işe yaramaz yapan şey. Vajinismus teyzelerin dediği gibi: “Dokunuldukça aşınırsın”. Oysa biz yakışıklı cesetler istiyoruz, değil mi? Kurtlara en tatlı biçimde servis edilmeliyiz. Harcanmaktan korkarken, harcanacak gramı kalmayanlardanız mesela. Öyle değil mi? Elbette.

Bu yürüdüğüm sokakta kız çocukları tecavüze uğrar. İşin adaletsiz yanı, o ailelerin suçlayabilecekleri bir tecavüzcü her zaman varken, o tecavüzcülerin hasta doğalarından dolayı suçlayabilecekleri bir Tanrı asla yoktur. Biz suçlamayı pek severiz. Kullar, kötülükten Şeytan’ı sorumlu tutar, inançsızlar dinleri suçlar. Her evde bir ayna yok mu artık? Biz kötülüğün başladığı yeriz. Biz kötülükten etkilenenleriz ve biz, bizi yaratan değiliz. Ortada bir suç yok. Ortada doğanın devinimi var. Net. İnsan, tüm kötülüklerin anasıdır. İçki yalnızca kim olduğumuzu gösterir. Emniyet kemerlerinizi sökün ve gevşeme konumu alın. Kötü olmanın kötü bir yanı olduğunu kim söyledi? Sözlükten bir sözcük çıkartmaya bakar. Bizim sözlüklere uymaya çalışmamız yerine, sözlükler bizi açıklamaya başladığı zaman, bir adım daha büyüyeceğiz. Bu kesin.

Saniye çubuğu, hayatlarımızın üstünden geçiyor ve biz kaşınıyoruz çokça. Eski bir dilde ‘burun’ denen, enfiye pipetlerimiz var bizim çünkü. Duymak zorunda olan kulaklarımız… Hiçbir şeyin düzelmeyeceğine aklınız erdiğinde, ortada düzelecek bir şey kalmayacak. Bir grup polis sizi öldüren düşüncelerinizden daima uzaklaştırır. Bu iyi bir şey, sakin olun ve dediklerini yapın. Şimdi uyuma zamanı. Tatlı rüyalar…